25 Ekim 2011 Salı

Eldivenlerin içindeki Kartal Pençesi!


Carvalhal hatalarından ders alıp Q7’nin arkasına her zaman hazır olan Hilbert’ı alınca Beşiktaş endişeli gittiği Mersin’den güle oynaya döndü…

Beşiktaş’ın kalesindeki Cenk Gönen, oynadıkça ne denli iyi bir kaleci olacağını açık açık bu maçta gösterdi. Her zaman söylediğimiz gibi Rüştü artık kendisine yeni bir iş arasın!...

Karşılaşmada Beşiktaş’ın yakaladığı inanılmaz ve yerini bulan pas trafiği Mersin’i yıkan etken olurken, İdman Yurdu’nun hakem hatalarıyla kaybettikleri Fenerbahçe maçından sonra bile oyunu çirkinleştirmeden oynama çabası belki de bir puanlarına mal oldu…

Kalede Cenk, Mersin’in en az üç net golünü çıkardı ama Veli’nin şutlarından Mersin’i tanrı korurken, Q7 ve Holosko’nun kaçırdıkları ise saç baş yolduracak cinstendi…

Beşiktaş’ın bence bu yıl ki en iyi transferi Fernandes o kadar formsuz ve son maçlarda sadece kendine oynuyordu ki sonunda tırpanı yedi…

Yerine oynayan Ernst, en üst form düzeyinde değil belki ama Hilbert’le sahaya sürdükleri Alman disiplini, her maçta yer almaları için bence yeterli…

Şampiyonluktaki rakiplerin tamamının puan kaybettiği haftada Kartal’ın bu kritik deplasmandan üç puanla dönmesi aslına tekrar potaya girmesini de sağladı…

Öte yandan hafızam beni yanıltmıyorsa belki de hayatımda ilk defa ligde Perşembe derbisi izleyeceğim…

Rakipleri sadece ligde mücadele ederken Trabzonspor ile birlikte ülkemizi Avrupa’da temsil etmeye çalışan Beşiktaş’ın maçlarının bu denli sıkıştırılmasını anlamak da mümkün değil, hele Beşiktaş-Fenerbahçe derbisinin Perşembe günü oynanmasını anlamak için fenerasyon üyesi mi olmak gerekiyor acaba?…

Perşembe günü dinlenmiş bir Fenerbahçe gelecek İnönü’ye, tabii yine yalnız değiller, sevgili dostları Fırat Aydınus’la birlikte geliyorlar…

Fenerbahçe belli ki camia olarak geçen yıl yakaladıkları başarıyı! tekrarlama niyetinde…

Ne diyelim yolları açık olsun, malum sadece Türkiye dışında iyilerin kazandığı bir dünyada yaşıyoruz….

Kartal potaya girdi dedik ama hala bir sistem oturtamayan Beşiktaş’ın şampiyonluk şansı da ne kadar var tartışılır…

Ancak geçen sene hiç şans verilmeyen ve futbolun “f”sini oynamayan bir takım şike ile şampiyon olabiliyorsa, Beşiktaş’ın şansı da vardır sanırım…

İş sadece YD’nin AY kadar bonkör olup olmayacağına kalmış…

28 Temmuz 2011 Perşembe

Kemancı başımın tacı...


Keman, en sevdiğim enstrümanlardan bir tanesi...

Hele usta parmaklarla dans ediyorsa bitmez tükenmez bir enerji kaynağı benim için...

Formu kadın vücudundan tasarlanan telleri, yayı özenle üretilen bu enstrüman son yıllarda seksten para kazanma modeli olarak kullanılmaya başlandı maalesef...

Konservatuvarlara girmeyi başaramamış silikonlu, botokslu aslı çirkin sureti çakma ablalar keşfetti önce bu güzel enstrümanı...

Aldılar ellerine kemanı yarı çıplak yağlı vücutlarını sergileyerek arzı endam ettiler...

Kaçınız bu ablaları dinlerken ya da izlerken müzikten bir zevk alıyor bilmiyorum ama aşağıdaki videoyu bir arkadaşım facebook üzerinde paylaştığında ohaa demekten kendimi alamadım...

Burada abiler işin dibine vurup kemancı ablaları bol kullanmışlar. Klibin bir son sahnesi var ki evlere şenlik...

Şöyle ki keman sanatını! icra etmek isteyen abla onlara karşı çıkan askerlere direniyor ve askerleri atlattıktan sonra manken yürüyüşü olarak bilinen catwalk tarzıyla ortamı terk ediyor. İşte bu benim için paha biçilemez bir ucuzluk...

Sanat sanat için midir, insan için midir bilemem ama ucuzluk bizler için de sanat için de olmamalı!

23 Haziran 2011 Perşembe

Bir garip aşklar yumağı...


Değişik bir çocuktum, sanki bir şeylerin daha çabuk farkına varıyordum. Beş yaşıma kadar filandı annem ve babamdan daha çok kimseyi sevemem derdim. Onların kaybını düşünmek bile gözlerimin dolmasına sebep olurdu...

Sonra beş yaşımda ağabey oldum. Önce çok pis kıl olduğumu hatırlıyorum Fırat'a ya da bana anlatılanlardan çıkartıyor da olabilirim ama iyi bir ağabey değildim kısacası. Sonra yaşım onbeş olduğunda şöyle bir fikrim vardı: "Dünyada Fırat'tan daha önemli birisi yok benim için, o benim bir tanem..."

Sonra bir sürü kız arkadaşım oldu, hepsi hızla hayatıma girdi, girdikleri hızla da çıkıp gitti. Eski kız arkadaşlarıyla dost olabilen birisi değilim. Biten bitiyor benim nazarımda...

Sonra Tülay'la tanıştım. Önce deli kanka olduk. Sonra dostum diye hitaplar başladı. Sonra mı? 20 Haziran 2003'te yani ben otuz yaşıma gireli henüz beş gün olmuşken evlilik andı içtik:) Hiç unutmuyorum ve bu detayı Tülay da bilmiyor büyük ihtimalle. Düğünden eve dönerken şunlar geçmişti aklımdan. "Fırat'tan büyük sevgi de varmış ulan!..."

Tabii insanın annesine, babasına, kardeşine ya da aşık olduğu kişiye karşı hissettikleri çok farklı duygular. Ancak yıllar geçip aşk sevgiyle bütünleşmeye başladı mı kıyaslama olanağı buluyorsunuz...

Peki, maymun iştahlı insan şimdi durum ne diye bir soru sorulsa cevabım "ben yeni aşkımı buldum o da oğlumuz Kartal" şeklinde olur:)

Ancak sanırım benim bu küçüklükten beri oynadığım kendimce masum olan birilerinin yerine başka birilerini koyma oyunu o kadar da masum değilmiş. Kendimce masum diyorum çünkü yenileri eskilerin üzerine değil yanına koymuşum sürekli. İlk sevgim hiç azalmamış sadece yerine gelene biraz daha geniş yer açmışım ve oraya koymuşum...

Bu hikayeyi bir şaire anlatsam bana vereceği cevabın; "İşte buna hayat derler küçüğüm" olacağından zerre kadar şüphem yok...

Ancak Kartal'ın üzerine ne koyacaksin sorusunun cevabını bilmiyorum ve beni de hayata dair heyecanlandıran da bu bilinmezlik işte...

8 Mart 2011 Salı

Nerede kalmıştık...


Kendi kendime aldığım bir kararla blog yazmaya geçen doğum günümde ara vermiştim. Hatta sevgili dostum Ercan Arslan dayanamamış formspring üzerinden sormuştu ne zaman blogda tekrar yazmaya başlayacağımı. Bu aranın nedenini sormayın, tamamen benimle ilgili. Ama ille de bir kulp bulmak istiyorsanız, iş yoğunluğu gibi içi boş bahanelere de sığınabiliriz. İçi boş diyorum zira seksen farklı yere, günde bir kilometre yazan birisi için iş yoğunluğu büyük yalan:)

"Nerede kalmıştık" başlığı da aslında ironi içeriyor. "Abi işte doğum gününde duygusala bağlamış bir şeyler yazmışsın sonrası tırt" dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Çok yoğun bir dönem geride kaldı benim için. Özellikle arkası arkasına gelen yurtdışı etkinlikleri, sekiz günlük CeBIT Hannover macerasıyla doruk noktasına ulaştı. Öyle ki sevgili eşim bana; "naber kardeş", oğlumuz Kartal ise amca diye hitap etmeye başladı o derece yani:) Bundan böyle aileye de daha fazla zaman ayrılacak, bu bir görev notudur ona göre.

Neyse her zorlu dönem gibi bu da geçti gitti. Artık yeni bir dönem ve hedef var önümde. O da zaten alanında tek ve lider olan BThaber'i biraz daha yukarılara taşımak. Neden mi? Çünkü üst yönetimimiz sağolsun beni gazetenin en genç genel yayın yönetmeni olma unvanıyla ödüllendirdi. Zaten başarısı için ter döktüğümüz yayını biraz daha uçurmanın tam zamanıdır artık.

Bundan böyle daha hızlı olacağız, hızlandıkça da uçacağız. Birlikte uçmaya var mısınız?